Cumartesi, Nisan 25, 2009

The Return of the Beautiful


perdenin kenarından sızabilen gün ışığıydı uyanmasına sebep olan. gözlerini açmasıyla kapatması bir oldu. kaşlarını çattı, yüzünü buruşturdu, sırtını döndü gün ışığına. yavaşça gözlerini araladı. uyuşmuş parmaklarını soğuk duvarda gezdirirken geceden beri 437. kez çalan şarkıyı duydu, geceden kalma son damla da şarkının son cümlesiyle düştü gözlerinden...

"Why can't you see
That everything, can't bleed for you."


hatırlamaya çalıştı ama yine başaramadı bütünüyle, hatırlamak ona göre zor iş. peki ya unutmak? onu da tamamen yapabildiği görülmemişti ki hiç. güne başlamak için yapılacak en sağlam hamle yataktan kalkabilmekti her zamanki gibi, bunu yapabildiği an gün ellerinin arasından akmaya başlayacaktı. ve başardı. kalktığı gibi güneşin içeri girmesine mani olan perdeyi duvarın köşeşine kadar çekti tek bir hamleyle. bu ani hareketten sonra perdenin canını yakmamış olmayı diledi. nesnelere canlıymış gibi davranma huyunu çocukluğuna emanet etmeden gelmişti geleceğe, bu bazen deliler gibi üzülmesine sebep oluyordu ama bir türlü kurtulamıyordu bu huyundan. bir hafiflik vardı, sanki omuzlarından bir yük kalkmıştı. öyle rahattı, öyle hafifti. güneşin tenini okşaması için yatağa oturdu, avuç içleriyle yataktan destek aldı ve yatağın uzağına çıkardığı terliğini ayak başparmağıyla yakalamaya çalıştı. başardı. terlikleriyle sabah oyunlarını epey severdi: "parmak ucundan fırlattığı terlikle geceden kalan şişeleri devirmece". bu oyunu bir süre devam ettirdi, yoruldu. duraksadı. gözü, şalıyla örttüğü aynasına ve yerdeki kırık saatin yelkovanına ilişti. aynalara bakmayı sadece güzel hissettiğinde severdi. saatlerle arası iyi olmamıştı zaten hiç, kırdığı için pişman değildi.

güzel olmak istedi. dişlerini fırçaladı önce, tam da hekimlerin önerdiği gibi; yukarı-aşağı hassas hareketlerle. gözü diş macununa çarptı o sırada, canını yakmış mıyımdır diye düşündü her sabah olduğu gibi. elbiselerinden kurtuldu ve güneşten sonra suya teslim etti önce ruhunu, sonra tenini. uzun süren danstan sonra veda etti damlalara. dolabını açtı, en sevdiği bluzu giymek istedi ama öyle bir bluzu olmamıştı hiç. o an gözüne en güzel görüneni seçti, seçmek zorunda kaldı.

kulağı müziğe takıldı yine, onu o an ordan götürecek olan şarkıyı gayet iyi biliyordu. önce "stop" sonra "play" dedi ve en sevdiği kısmına eşlik etmeyi ihmal etmedi:

"Touch me
It's so easy to leave me
All alone with the memory
Of my days in the sun
If you touch me
You'll understand what happiness is
Look a new day has begun."


ayna için de gün başlamalıydı, zaten o da aynanın karşısına çıkmak için hazırdı artık. şalı tek bir hamleyle çekti aldı aynanın üzerinden, bu defa düşünmedi canını yaktım mı diye. o kadar sert davranmamıştı ki.

bir şeyler eksikti. omuzlarının üzerinden dökülen... eksikti...

etrafı dikkatlice inceledi ve kendinden parçaları nasıl kopardığını hatırlamaya başladı, yavaş yavaş. bir yandan geri kalanları tarıyordu, ama tarağın yolculuğu eskisi gibi uzun sürmüyordu. pişman olamadı, olmadı. çünkü son zamanlarda hep kurtulmayı düşlemişti omuzlarındaki yükten ve kendi elleriyle kesmişti. hem zaten emek verdiği şeyi başkalarına emanet etmeyi sevmezdi, emanet etmemişti. hem de fena olmamıştı sanki. kendi hallerine bıraktı kurusunlar diye, artık o sıcak sıcak üfleyen aletin altında uzun süre kalmak zorunda hissetmiyordu, hasta olmaktan korkmamak değildi bu. ama neydi tam olarak da bilemiyordu. 2-3 parçadan oluşan makyaj malzemelerini toparladı sağdan soldan. rimelini sürdü her zamanki gibi ve göz kalemiyle not tutma alışkanlığından vazgeçmesi gerektiğini düşündü kalemi göz çevresinde gezdirirken. kırmızı oje ve kırmızı rujdu bugünkü favorisi. onları sürerken hiç özenmediği gibi özendi, pek sık sürdüğü de görülmezdi ya neyse.

ojelerini kurutmak için ellerini açarak kendi etrafında dönme yöntemini seçerdi çoğu zaman, yine onu seçti. "memory" 14. kez çalıyordu, bu defa o şarkıya değil şarkı ona eşlik ediyordu. ortalık epey dağınıktı, yine de o güne tamamen hazırdı. o gün her şey daha güzel olmalıydı. salona doğru ilerledi koridordan. masayı daha bir özenle hazırladı, her şeyden birer tane çıkardı koydu masaya yine, bardaktan iki tane. yediği yemeğin boş tabaklarına bakmayı sevmez ama başkalarının boş tabaklarını dikkatle incelerdi. ikinci bardağın tarafına tam yemek bitiminde geçmek ve boş tabakları izlemek en büyük keyiflerinden biriydi haliyle.

bardak boşaldıkça doldu, doldukça boşaldı. hava çoktan kararmıştı, odayı aydınlatan o meşhur sokak lambasıydı. bardaktan şişeye terfi edeli 3 saat 47 dakika 23 saniye olmuştu ki yerinden kalktı, sabahtan beri 113. kez çalan "memory"i değiştirmenin zamanı gelmiş ve çoktan geçmişti. bir şarkıyı onlarca kez arka arkaya dinlemekten ne zaman sıkılacaktı? bilmiyordu. yatağa yaklaşırken terliklerini çıkardı, aynaya son kez bakıp üzerine şalını attı. perdeyi duvarın köşeşine kadar çekti tek bir hamleyle, canını acıttım mı diye düşünemedi. hem düşünse de ne önemi vardı? en sevdiği olmayı başaramayan ama çok sevdiği bir bluzunu kasten parçaladığında bile tuttuğu yas 34 dakika 52 saniye 10 salise sürmemiş miydi? üstünü çıkarmadı, üşendi yine. üşenmese de yapabileceği şüpheliydi zaten. tavanı izledi belki 2 dakika belki 16 saniye. gölgeler oyun oynamaya başlayınca korktu, yorganın altındaki karanlığa sığındı. insan gölgeden korkuyorsa neden karanlığa sığınırdı ki? anlamsızdı. yine de çıkmadı yorganın altından. bugün her şey güzeldi ve yarın daha güzel olmasını diledi. kırmızı ojesi ve ruju aynanın önündeydi. perde hafif aralı kalmıştı, o meşhur sokak lambasının ışığı girebiliyordu bu odaya da ama o bunu hiç bilmedi. derinlerden duyabildiği şarkıya eşlik etti uykuya dalmadan önce. gözleri tabi ki nemliydi.

"Please leave
I think I'll close my eyes now
The first sunshine was mine
Look for me among the flowers
Sleeping with the earth
My Dying Bride
The pity I fashion
Through a rain of tears."