Pazartesi, Aralık 27, 2010

eskiyeni

yaklaşık 1.5 yıl önce bir post yazma girişiminde bulunmuşum ve yarım bırakmışım hatırlamıyorum bile. aşağıdakiler çıkmış:

ihmal etmek mi resmen terk ettim seni! kandırma kendini boşuna. çok matah(kelimeye bak hele) şeyler mi başardım peki? bana göre süt onlara göre çikolata. insanlara artık şaşırmadığımı fark ettim bence bu süttür, ama onlar benim hiçbir şeyin farkında olmadığımı sanıyorlar -hala- işte bu da onlar için çikolata.

içimden taşan kelimeler, marmara denizi'ni doldurmaya yeter. belki ege'nin kuzeyine kadar taşabilir de söz veremem. bu sana çok fazla şey anlatmak istediğim anlamına mı geliyor dersin? sana göre süt, bana göre çikolata. yani... yanisini ben de bilmiyorum. çikolatayı ben kapmak için öyle söyledim. anlatmak istemesem burda olmazdım herhalde, ama kayda değer şeyler bekleme benden. gerçi ben ne söylersem söyleyim kaydedeceksin otomatik olarak. blogla konuşmak... bir an düşündüm de tuhaf geldi.

* insanın 20'lik dişinin çıkmış olduğunu fark etmemesi ne derece normal ki? vaktim olmadı sanırım.

* aşkın yasaklanmasını arz ediyorum! en azından sözlük anlamını bile bilmeyen insanlar için! aşırı dozu da zararlı bu meretin, bağımlılık yapıyor. ayılmak istemiyorsun, ayıldığında hayatın çirkin yüzüyle karşılaşmaktan korkuyorsun.

* insanları izlemek zamanın nasıl geçtiğini anlamamana yardımcı oluyor epey. hayatına müdahale etmek isteyen insanları sus ve izle sadece, gün geliyor nasıl da yoruluyorlar. harap olmalarını izlemek dehşet verici! hiç mi korku filmi izlemedin sen?

* içimdeki hayvan sevgisinin açığa vurması insanlara olan bakış açımı etkiledi sanki. birine hayvan sıfatını yakıştırmadan önce düşünüyorum artık.

* teknolojiden uzak, bana yakın ol! aramız feci bozuldu, hele ki 3G'den sonra. 10 baz istasyonu bir çatıya sığmaz! sığmamalı en azından! ablana taksiden görüntülü artistlik yapmak ya da müstakbel kayınpederinin elini görüntülü öpmek moda olmasın bir zahmet!

* yolda tır misali koluma çarpan genç bir çocuğun holding patronu olduğunu iddia etmekle kalmayıp yürümeyi bilmediğimden ötürü beni mankenlik ajansına göndermek istemesi! çiçek satan çingenenin çiçek almadığım için taciz etmesi! tam inecekken ayakta yolcu olduğu için polis ceza yazmasın diye dolmuştaki teyzenin kıçımdan başımdan çekiştirmesi ve verdiğim cevap üzerine "bilmiyorsan öğren gerizekalı!!!" diye kendini parçalaması! diğerlerini anlatmayım uzun sürer, teker teker gönderiyosun ama biraz yavaş gönder ya rabbim! şu mübarek ramazan gününde ta yürekten amin!

* insanların bazılarını bumeranga benzetiyorum, hem kendileriyle oyun oynanmasını seviyorlar hem de bıkmadan usanmadan atılsalar da geri dönüyorlar.


orada kalmışım, burdan devam edeyim:

* eski blog görüntüsünden yeterince sıkılmıştım, çok başarılı olamayacağımın bilincinde olarak hazır taslaklardan birini kullandım. yakıştı ama bir beden büyüğü olsa seneye de giyer.

*çoraplarımdan ilham aldım, sevdiklerim için yarattım. afiyet oldu.



* herkese tatil olan günde çalışmak, sana tatil olan günde onların çalışması. bir garip kısır döngü. işte bugün o günlerden biriydi, millet pazartesi sendromunu atlatmaya çalışırken ben aylaklığın dibine vurdum. akşam iş çıkışlarının trafiği felç ettiği saatlerde, meşrutiyet üzerinden eve doğru uzanan o kalabalık, yer yer yokuşlu yolda dağıttım aklımı biraz. kalabalıktan kendini soyutladığın anda güzeldir kalabalık. güzeldi. izledim.

* annesinin elinden tutmasına izin vermeyen ve destek almadan yürümek için kendini parçalayan 1.5 yaşındaki bebeğin içinde yatan asi ruhu kimsede görmedim ben.

* proje için bütçe yapmam ve yarın hocama teslim etmiş olmam gerekiyor ama içimden kılımı kıpırdatmak bile gelmiyor.

* kılı kıpırdatmak mümkün müdür? bence değildir ya.

* mideme bir şeyler oluyor bu aralar, kusmak kusmak ve kusmak istiyorum.

* bu şarkıyı dinledikçe ekşi'deki bir başlığa taa yürekten katılıyorum, bilirsin sen onu.

* geçen gün araba çarptı yine bana. belirli dönemlerde oluyor böyle, engel olmak ne mümkün. alışkanlıklardan vazgeçmek zor tabi.

* balgam denen şeyin benle bir alıp veremediği var ya hadi hayırlısı. şu hayatta yapmakta en çok zorlandığım şeylerin başını çeker: balgam atmak. hiç attım mı onu bile hatırlamıyorum, olan da içime akıp gidiyor herhalde. geçen akşam işten dönerken bir aile yürüyor önümde, 4-5 yaşlarında sevimli bir kız çocukları da var ama ellerinden kurtulmuş şirinler tadında oradan buraya zıplıyor. derken kız birden gökgürültüsü tadında bir sesle balgam atıverdi kaldırımın en orta yerine. dönüp babasına baktı, kocaman gülümsedi ve o hayat dolu tavırlarına devam etti. babası da "seni gidi seni" dedi, ailece gülüştüler.

yetmedi!

ankara'nın kışı pistir, serttir, güneşi özletir adama. geçen sabah öylesi güzel, pırıl pırıl güneşliydi ki kahvaltı yaparken tüm perdeleri açasım geldi. mutlu, günden epeyce umutlu perdeyi araladım ve karşılaştığım sahne: orta yaşın biraz üzerinde bir teyzenin karşıdan karşıya geçerken sektirerek balgam atışı. günde binlerce insanın aşındırdığı koca caddede bunlara tanık olmak ne derin yaralar bırakır bilemezsin.

* gülibik mesaj attı az önce, bir de resim eklemiş. kesilen saçlarımı hatırlatmış ona:



* indirimin tam göbeğinde olup da indirimden faydalanamayacak olmak.

* kırmızı ışıktan bekleme sabrını gösteremeyişimin cezası: dur az daha yürüyeyim de ilerden geçerim karşıya derken yolu uzattıkça uzatmak. işte zayıflığımın sırrı.

* kimbra ve jehan barbur, ballı lokma tatlısı gibi ikisi de. yerim.

* biraz soya sosu, biraz zeytinyağı, biraz bal ya da pekmez, ve birkaç parça tavuk bonfilen varsa o gün güzel bir yemek yersin. pilav ve sütlü patates garnitürün olsun bir de. karnım acıktı.

* asdasdasdasd ya da fjklflkdjkl diye gülemedim ben hiç.

* bir kedi, köpek-mümkünse yavru- ya da bebek istiyorum, bir de saatlerce onlarla oynamak. hepsi bir arada olursa double kill olur, muhteşem olur.

* bazen odunun önde gideni olduğumu hissediyorum. bazen de hissetmekle kalmayıp bizzat öyle olduğumu düşünüyorum. beni böyle sevin.

Çarşamba, Aralık 22, 2010

Ve bu şehirde hala bir deniz yok

çok uzun zaman oldu. çok özledim yazmayı. çok da şey birikti. gerçi blog kaderine terk edildi, herkes twitter aleminde ama benim twitter'ım yok. neden? yok işte. belki olur kim bilir. facebook sağolsun eski fotoğrafları koyuverdi önüme bu gece, çok kişinin kulağını çınlattım, çok şey hatırladım.

değiştim ben, herkes gibi. herkesin gittiği gibi gittim ben de her yerden, herkesten. en son buralara yazdığım zaman etrafımda olanların çoğu da baktığım hiçbir yerde yok şimdi. dağıldık bambaşka yerlerdeyiz. mezun olduk biz. ayrı ayrı şehirlere dağıldık. böyle olacağını bilmiyormuşuz gibi de üzüldük ama mecbur alıştık bambaşka hayatlara. o deli dolu üniversite günleri sona erdi çoğumuz için. ben mesela, diplomalı bir filologum artık. her mezun gibi koca bir yazı diplomalı işsiz olarak geçirdikten ve birçok kapı suratıma çarpıldıktan sonra-neymiş tecrübesizmişim, yabancı dili herkes biliyormuş, mesleki yeterliliğim neymiş, 4 yıl boyunca kitap mı okumuşum- siyasal bilgiler fakültesi kapılarını açtı bana ve şimdi bir adet yüksek lisans öğrenci kimliğine sahibim. kendime ait bir evim var, yurt hayatı sona erdi. iş hayatı başladı bir yandan. daha yorulmadım ama her çalışana olduğu gibi, bana da bir günün 24 saat olması az, bir ayın 4 hafta olması çok geliyor. annemi, babamı, ablamı ve kardeşimi deli gibi özlüyorum en çok. kalbimin en büyük parçası izmit'te hala, bir kısmı istanbul, bir kısmı da eskişehir'de. özlüyorum... günde en azından 10 defa tekrarlıyorum bunu. özlüyorum. özlüyorum işte.

peki ya saçım? sorsanız miniminnacık derim kendisi için. ee o da değişti tabi. mekanlar, insanlar, hava bile değişti. kışları yaz, yazları kış gibi yaşar olduk.

ve bu şehirde hala bir deniz yok.