"my favorite thing about eating gummy bears is knowing that they can't fight back when you bite their heads off."
Cuma, Ağustos 22, 2008
gidiyorum ki ben
* annem ve babamın çiçekleri vardır. vaktiyle menekşelerinin zor büyüyenine beni, açılıp serpilenine ablamı benzetmişlerdi de şimdi biri küçük biri büyük iki saksı alıp fesleğen dikmişler. küçük olan benmişim büyük olan ablam. "gibi" değiliz artık, biz yokken onlarla konuşuyorlarmış. içim bir tuhaf...
* sabah ezanı bu kadar hüzünlü olmak zorunda mı?
* internet kafeye gitmiştim bir gün. kafedekilerin yaş ortalaması 12, küfrede küfrede oyun oynuyorlardı. internet kafenin sahibi de beni kastederek "çocuklar ablanıza ayıp oluyor, küfretmeden oynayın şu oyunu." dedi. çocuklardan biri "aa pardon!" dedi yüzüme bakıp, "boşverin hakediyorsa küfredin orospu çocuğuna!" dedim ben de.
* A Tale of Two Cities: Sidney Carton'ın ölüm sahnesi içini burkmadıysa hislerinden şüphe ederim senin!
* the addams family vardı ya hani, bebek addams'ın bıyıklı olarak dünyaya gelmesini normal karşılarken sürekli gülmesini anormal karşılamaları aklımda kalan en iyi sahnelerinden. olsa ya böyle bir aile gerçekte de.
* ufolar var kardeşim ben inanıyorum!
* sorulmasın artık: beni ne kadar seviyorsun, ne kadar özledin?
* ruffles maksimum cipslerin en güzeli, alışamam yokluğuna üretilmezse ölürüm ki...
* intihar edip de başaramayan kişiye "bunu bile başaramadıysan öl bence sen!" denilmemeli.
* bugüne kadar en güzel gün batımını şeytan sofrası'nda izledim. bir de insanlar batış anını alkışlayıp batırmasalardı!
* bu sıralar birçok kişi rüyasında saçlarımı boyattığımı ve kestirdiğimi görüyor. neye delalet ediyor ki?
* aynalara gece bakmaktan korkarım ben, gündüzleri ise bulduğum her aynayı değerlendiririm.
* kırmızı başlıklı kız, büyükannesini bir kurttan ayırt edemeyecek kadar saf olmamalı!( burdaki saf "salak" manasında, kibarlık olsun diye üstü kapalı söyledim)
* emre altuğ'un aşk-ı kıyamet diye bir klibi var, bence sentenced'ın no one there klibinden araklanmış. ya da ikisinin de yönetmeni arasında telepatik bir şeyler var.
* tıpta ayıp olmaz derler ya o zaman utanç duygusunu ameliyatla almalılar diyorum ben de.
* platonik aşk karşılık bulduğu an biten aşktır. aslında kötü be...
* türk mizah anlayışından epeyce uzak ama ben gülüyorum. ortaçağ avrupası'na özellikle ingilteresi'ne ilgi duyanlara tavsiye: monty python and the holy grail.
* sabrina vardı ya, ne güzeldi ya.
* ayşe teyze sinir bozucu bir kadın, bence ukalalık taslıyor. o kadınlar da bilir en pahalısından ace almayı ama evin bütçesini düşünüyorlar. sonra kamera karşısında ayıp olmasın diye salağa yatıyorlar. sen ne anlarsın? anca çantanda ace'yle fıldır fıldır gez sen peh!
* çanakkale: maneviyatı yüksek bir şehir, gidilmeli görülmeli her köşesi öyle de güzel bir şehir.
* alaman çukulatası olsa da yesek...
* babama istediğin kadar sert müzik dinlet ama adam klasik müziğe tahammül edemiyor. sinir küpü oluveriyor.
* bir kadını şeffaf sütyen askısı kadar basit gösterecek bir aksesuar daha yok şu dünyada!
* bikini firmalarına buradan sesleniyorum: karma beden diye bir şey hiç mi aklınıza gelmiyor? ve bunca kadını sıkıntıya sokmaktan utanmıyor musunuz? türk kadını kalçalıdır efendim öyle yurtdışından ithal etmekle olmuyor.
* "bittin oğlum sen", "çıkışta bekle abisi": ilkokul ve lisenin vazgeçilmez düello sözcükleri, hep gülerim yine gülerim.
* bence blogumun adı "vardı ya hani" olmalı. farkettim de sürekli böyle cümleler kuruyorum.
* babam işi için sürekli istanbul'a, bursa'ya, adapazarı'na gider. küçüklükten bu yana da yanında beni götürür. amcam da ne zaman seyahate çıksa beni alır yanına. hatta aynı anda çıkacaksak yola kapışırlar. co-pilotluk yaparım onlara. sürekli anlatır, şarkılar söylerim böyle. işte bugün ayağımın tozuyla tekrar yola çıkıyoruz amcamla. co-pilotluk kariyerime kaldığım yerden devam edeceğim, umarım hamlamamışımdır. bu demek oluyor ki minimum 3 maksimum 10 gün daha yokum ortalıkta. özleyin beni...
Çarşamba, Ağustos 20, 2008
ding dong! ben geldim!
uzun zaman olmuştu gece yolculuğu yapmayalı. bölük pörçük bir uyku, sıçrayarak uyanmalar; firma kalitesine ters oranda, gece içinde bizi en az 5 kere tehlikeye atan şoför ve beraberinde gelen sinir bozukluğu, uykusuzluk, boyun ve baş ağrısı... severim aslında gece yolculuklarını ama beni bu denli yorduğunu unutmuşum. yine de "evime geldim nihayet yehu" sevinciyle attım tüm yorgunluğu üzerimden ve küllerimden doğdum anne reçelleriyle donatılmış bir kahvaltı sayesinde.
bavulları eve atar atmaz odama koştum önce, sonra tüm odaları gezdim teker teker değişen bir şey var mı merakıyla. salondaki içki dolabına eklenen 3 şişe J&B ve Red Label ile babamın antika merakı sonucu aramıza katılan bir gramafon dışında bir değişiklik yok, kime çektiğimi anladım birden. konsolda, raflarda, buzdolabının üzerindeki resimlerimi yeniden görmekse epeyce hoşuma gitti. herbirinde ayrı birer anı, gülümsedim. yatağım, yastığım, dolabım, odamın dört bir yanına saçılmış yoğun anı yüklü eşyalarım... aitlik duygusunu iliklerime kadar hissettim ve aylardır hasret kaldığım huzura nihayet kavuştum. deliksiz uykulara ve aile sohbetlerine doğru geri sayımı başlattım bile.
kötü ayrılmıştık senle aslında izmit. zaten küsmüştüm sana da geldiğimde evden çıkmaz olmuştum. aklımda hep kötü halinle kalmıştın, en son "gelmicem bi daha sinirim bozuluyor" triplerindeydim de bu kadar özlediğime göre aştım sanırım.
sabah körfezin o iyotlu havası arabanın camından yüzüme vurup da saçlarımın arasına karışınca anılarla birlikte sokaklarını bile unuttuğumu farkettim. sahil boyundan; okuduğum okulların, takıldığımız cafelerin, snoopy pizza'nın önünden; yürüyerek aşındırdığım yürüyüş yolunun ve nicelerinin yanından geçerken hatırlayabildim anca, teker teker. ankara'ya gittiğimde unuttuğum sokaklara aitti bütün bunlar.
açık konuşmak gerekirse "nerelisin" diye sormadıkça kimse, sen yokmuşsun gibi davranıyorum ben izmit. acıtıyorsun beni, ben aslında unutmak istiyorum seni ve bana seni her hatırladığımda beraberinde getirdiklerini...yine de kızgınlığım sürmüyor çok fazla, görüyorsun... memleket olduğun için mi bilmem ama ayrı bir güzelsin, güzelinle ve çirkininle seviyorum seni. zaten gerçek sevgi de karşındakini olduğu gibi kabul etmeyi gerektirmez mi?
Pazar, Ağustos 17, 2008
ben yokken
* 9 sene önce bugün şu saatlerde ne yaptığımızı 50 yıl sonra bugün de unutmayacağım.
* günlerdir yoktum ortalıkta; farkedenler oldu, mutlu oldum ben de. hatırlamak ve hatırlanmak güzel şey hep söylerim.
* hoş ve bol sohbetlerle dolu bugünlerde bowling hasretimi giderdim. ilk oyunda ilk defa oynayan bir arkadaşımdan bile kötü oynadım. sonradan açıldım ama geç oldu.
*shwarma ve tandoori adında iki güzel lezzet daha girdi hayatıma, yedim yedim en çok mutlu oldum.
* o alışveriş merkezi senin bu cafe-bar benim gezdim, yeni insanlar tanıdım. yeni insanlar tanımak güzeldir bunu da hep söylerim.
* yine tiramisu yaptım, içine sevgimi kattım ve sevdiklerimle paylaştım.
* çarpım tablosunun 9lar bölümüne dair çok ilginç bir teknik öğrendim matematik öğretmeni bir arkadaşımdan. burdan anlatamam ama gösterebilirim.
* makyaj yaptım uzun süre sonra, kendimle ilgilendim. süslendim falan. zaten uzaktım hepten uzak kalmışım.
* bol bol güldüm aynı zamanda düşündüm. yeni kararlar verdim, analizler yaptım. ama not almadığım için unuttum hatırladıkça yazarım.
* askerlik anılarım olsun istiyorum ben, anlat anlat bitmesin hiç.
* çocuğunu döven annelere çok kızıyorum, hele bunu sokak ortasında yaparlarsa daha bir sinir oluyorum ama elimden bir şey gelmiyor; işte bu beni en çok sinirlendiriyor.
* tofita'nın reklamında oynamıştı ya hani ayça. degaje kelimesinin popülarite kat sayısını artırmıştı benim sinir katsayıma paralel olarak. bir de "yıkılıyoo" vardı ki adına şarkılar yazılmıştı. hiç sorma sus sus!
* oyunlarda fasulyeden sayılmak vardı ya. ne acı...
* pierre loti vardır bilir misin? her gittiğinde ağaçlar arasında koşuşturmaca geyikleri döner mutlaka sen de yapmalısın.
* başka telefon operatöründen birine aşık olmak: düşman başına denilesi türden.
* yumiyum vardı ya hani gördüm aklıma geldi. görünce akla gelecek şey miydin sen be yumi? nasıl unuttuk seni...
* babam elektroniğin e'sinden bile anlamazken annemin bir defasında bilgisayarımızı tamir etmişliği bile var.
* yine küçüklükten gideceğim. ben küçükken karşı kıyıdaki evlerin ışıklarından dolayı orayı fuar alanı sanırdım. halbuki fuar bizim taraftaydı.
* yaz döneminde en çok buzdolabıyla vakit geçirmeyi seviyorum. böyle açıyorum kapağı, o bana bakıyor ben de ona bakıyorum. öyle güzel anlaşıyoruz ki ocak, fırın bizi kıskanıyor.
* elektrik kesikken tuvalete girmek bir nebze de tuvaletteyken elektriğin kesilmesi panik sebebi. insan ne yapacağını şaşırıyor.
* nerde kıpırdamayan bir rüzgargülü görsem kasvet sarar dört bir yanımı.
* sıç da bokunla oyna: bunu ilk söyleyen kişinin çocukluğuna inmek lazım.
* koca kafalar: hiç bir zaman komik bulmadım sizi. bir de üzerine program yaptılar ya...
* sabaha kadar süren yurt sohbetlerini özledim, sonra uyanamayıp dersi kaçırmayı. bir de, öğlenin bir vaktinde uyanıp "şimdi bizimkiler çıkmıştır dersten, tüh be yine kaçırdık dersi! neyse bu gece erken yatarım yarınkilere girerim." diyip başaramamayı.
* "burda sıra daha az" diyerek kuyruğa girdiğim bankamatikte önümde işlem yapan kişinin dakikalarca süren işlemler yapması ve yan bankamatiğe benden sonra gelen kişiyle işlemini bitirip makbuzunu almak üzere beklediği anda göz göze gelmek...ahh tarifsiz duygular içerisindeyim.
* orta çağ ingilteresi'nde saçını topuz yapan kadınların "evliliğe açığım" mesajı verdiğini biliyor muydunuz?
* sudan sonra havanın bedava oluşu da oksijen barlarla birlikte tarihe karıştı ya. sırada ne var?
* peki epica'nın arapça kaderin kılıcı anlamına gelen seif al din şarkısında müslüman teröristlerden bahsederken tüm islam dünyasına nasıl bir önyargıda olduklarının farkında mısınız?
* ne zaman "ne dedin sen" diyen birini duysam sevda demirel'in o sansasyonel tokatı gelir aklıma, koparım.
* peki ya üstün ingilizce bilgisiyle bizleri kendimizden geçiren nez nerelerde? eğlence dünyası öksüz kaldı. "what is your name? my name is nez ah ah ah ah my name is...nez"
* beyaz çikolatayı çikolatadan saymam ben. çikolata kavramını alt üst ediyor, hayallerimi yıkıyor. siyah olsun bizim olsun.
* batman'in joker'inden korkuyorum ben!
* makyaj yaparken "o" der gibi ağzı kocaman açmak engel olunamaz bir şey. ama neden?
* başka bir şehirdesindir ya hani kendi şehrinin plakasında bir araba görürsün. heyecanlanmaz mısın sen de?
* yine yazarım, hep yazarım ben. arada yoklayın...
Çarşamba, Ağustos 13, 2008
öyle işte...
* flash...flash...flash... son aldığım bir habere göre bütün tatil ve festival planlarımı iptal etmek zorundayım. başta kuzenim olmak üzere söz verdiğim tüm arkadaşlarımdan özür dilerim. kredi kartımın sınırlarını bu kadar zorlamasaydım ve ankamall'ü 3 kere tavaf etmeseydim keşke diyorum şimdi. ben senin yanına geleyim derseniz kabulümdür günübirlik kaçamaklar için hiçbir engel yok. herhalde, galiba, sanırım...
* müzik dinlerken en çok karın bölgesinde ritim tutmayı seviyorum. bir başkasının üzerinde uyguladığımda ise tercihim sırtından yana oluyor. sentez yapınca güzel ritimlerin çıktığı da oluyor ortaya.
* recep ivedik'in tavuğun velisini aradığı turkcell reklamının bitiminde "turkcell" yazısı Looney Tunes teması üzerinde yazıyor. hani böyle içiçe turuncu halkalar varya, evet, işte ondan bahsediyorum.
* aybüke'nin ilişkisini yürütmek gittikçe zorlaşıyor. bunu da elime yüzüme bulaştırabilirim her an. işin ilginci en büyük etki yine 3. kişilere ait. kader mi bu?
* neredeyse bütün kızlar şirinler'deki şirine olmak isterdi. örgülü olmayı kimse kabul etmezdi. bense aşçı şirin gibi harika pastalar yapmak isterdim. diğer yanda obur şirin olmanın keyfini sürmek de vardı tabi. löpür löpür götürüyordu ama standart şirin ölçülerinden çıkmıyordu hiç, hem de pasta çörek yapmakla vakit harcamıyordu. yine de aşçı şirin olmayı tercih ederdim sanırım.
* eternal sunshine of spotless mind: hem izlemedim diyince şaşırdılar hem de "o zaman boşver sevgilinle izle o film öyle tek başına ya da arkadaşlarla izlenecek gibi değil" dediler. o kadar bekledim ama dün gece buna bir son verdim. ben de keşke böyle bir şey mümkün olsa diyenlerdenim şimdi.
* sürekli dışarda muhattap olduğun ve hep ayakkabıyla gördüğün birini evde çorapla ya da çıplak ayakla görmek ne ilginç bir duygudur. senelerdir tanıdığın insana bir anda yabancılaşıverirsin. ama odağı ayaklardan çekince kaynaşırsın tekrar.
* ya iki kişilik bir ev bünyesine "ayıp ya yarım kilo sebze meyve mi alınırmış" diyerek 5 kişilik alışveriş yapan ablama ne demeli? hayır tencere, tava da iki kişilik cinsten, ziyan olmasın diye hepsini bir anda pişirmeye çalışıyorum, ilginç deneyimlerim oluyor.
* kış günüydü. evimize çok yakın olan bir marketimiz vardı, annem onunla ilgileniyordu. ablam(8), ben(6) ve kardeşim(3) kahvaltı yapıyorduk. birden evde yangın çıktığını farkettik ve anneme haber vermek üzere yola koyuluyorduk ki annemin öğütleri geldi aklıma. montumuzu, atkımızı, berelerimizi ve eldivenlerimizi giyinmeden dışarı çıkmamalıydık. ablama hatırlattım bunu, teker teker üzerimizi giyindik. yavaş yavaş markete doğru ilerledik. çünkü annem koşup terlemememizi tembihlerdi hep. hatta birbirimizin elini bile bırakmadık. yangın bir şekilde söndürüldü de bunca şeyi hatırlayan biz telefonu kullanmayı neden akıl edemedik, bilmiyorum. panikten herhalde!
* wristcutter: a love story; love story dediğine bakma cutters kısmı da dahil isim tamamen yanıltıcı. mutlaka izle; hayatın, yıldızların ve gülümseyebilmenin kıymetini anlayacaksın. sonra gel yıldızları seyrederken saatlerce sohbet edelim senle. laf lafı açacak göreceksin...
* yıllık hazırlamak çok sıkıntılı bir iş. kiminkini ilk sıraya koyayım, ona ne yazayım, buna şöyle yazsam şu darılır derken kendini paralıyorsun, uykuların kaçıyor. farkında olmadan kalp kırıyorsun, sonra gönül almak için uğraşıyorsun. e sonra ne oluyor? doğru düzgün bir tanesi bile arayıp sormuyor. boş işler derlerdi de inanmazdım.
* saçlarımı kestirmek istiyorum şöyle kulak hizasına kadar. sonra turuncuya boyayıp rengarenk giyineceğim. böyle pembe tonlarında makyaj da yaparsam beni tanıyan 10 kişiden 8'inin tanıyamayacağını iddia ediyorum. var mısın iddiaya? (n'olur varım diyin biriniz artık. tepkinizden korkuyorum ama bu kadar büyük olmasa da değişikliğe ihtiyacım var..)
* muzzy'den bahsetmiş inflack. ben o BBC setiyle kendi kendime öğrendim ingilizceyi. ve hep oradaki sylvia olmak istemiştim. 10 yaşında falandım.
* blendax reklamında oynayan o ilginç şekilde dalgalı ve dolgun saçlı kızlardan korkuyorum. en güzeli head&shoulders. reklamımı yapar giderim.
* bobiler.org : çok moda şu sıra, can sıkıntısı gidermek için iyi bir alternatif.
* "kaba birini taklit edebilecek kadar huysuzluğum üzerimde bugün." demiş nietzche. ne de güzel demiş. aynen öyle işte...
* müzik dinlerken en çok karın bölgesinde ritim tutmayı seviyorum. bir başkasının üzerinde uyguladığımda ise tercihim sırtından yana oluyor. sentez yapınca güzel ritimlerin çıktığı da oluyor ortaya.
* recep ivedik'in tavuğun velisini aradığı turkcell reklamının bitiminde "turkcell" yazısı Looney Tunes teması üzerinde yazıyor. hani böyle içiçe turuncu halkalar varya, evet, işte ondan bahsediyorum.
* aybüke'nin ilişkisini yürütmek gittikçe zorlaşıyor. bunu da elime yüzüme bulaştırabilirim her an. işin ilginci en büyük etki yine 3. kişilere ait. kader mi bu?
* neredeyse bütün kızlar şirinler'deki şirine olmak isterdi. örgülü olmayı kimse kabul etmezdi. bense aşçı şirin gibi harika pastalar yapmak isterdim. diğer yanda obur şirin olmanın keyfini sürmek de vardı tabi. löpür löpür götürüyordu ama standart şirin ölçülerinden çıkmıyordu hiç, hem de pasta çörek yapmakla vakit harcamıyordu. yine de aşçı şirin olmayı tercih ederdim sanırım.
* eternal sunshine of spotless mind: hem izlemedim diyince şaşırdılar hem de "o zaman boşver sevgilinle izle o film öyle tek başına ya da arkadaşlarla izlenecek gibi değil" dediler. o kadar bekledim ama dün gece buna bir son verdim. ben de keşke böyle bir şey mümkün olsa diyenlerdenim şimdi.
* sürekli dışarda muhattap olduğun ve hep ayakkabıyla gördüğün birini evde çorapla ya da çıplak ayakla görmek ne ilginç bir duygudur. senelerdir tanıdığın insana bir anda yabancılaşıverirsin. ama odağı ayaklardan çekince kaynaşırsın tekrar.
* ya iki kişilik bir ev bünyesine "ayıp ya yarım kilo sebze meyve mi alınırmış" diyerek 5 kişilik alışveriş yapan ablama ne demeli? hayır tencere, tava da iki kişilik cinsten, ziyan olmasın diye hepsini bir anda pişirmeye çalışıyorum, ilginç deneyimlerim oluyor.
* kış günüydü. evimize çok yakın olan bir marketimiz vardı, annem onunla ilgileniyordu. ablam(8), ben(6) ve kardeşim(3) kahvaltı yapıyorduk. birden evde yangın çıktığını farkettik ve anneme haber vermek üzere yola koyuluyorduk ki annemin öğütleri geldi aklıma. montumuzu, atkımızı, berelerimizi ve eldivenlerimizi giyinmeden dışarı çıkmamalıydık. ablama hatırlattım bunu, teker teker üzerimizi giyindik. yavaş yavaş markete doğru ilerledik. çünkü annem koşup terlemememizi tembihlerdi hep. hatta birbirimizin elini bile bırakmadık. yangın bir şekilde söndürüldü de bunca şeyi hatırlayan biz telefonu kullanmayı neden akıl edemedik, bilmiyorum. panikten herhalde!
* wristcutter: a love story; love story dediğine bakma cutters kısmı da dahil isim tamamen yanıltıcı. mutlaka izle; hayatın, yıldızların ve gülümseyebilmenin kıymetini anlayacaksın. sonra gel yıldızları seyrederken saatlerce sohbet edelim senle. laf lafı açacak göreceksin...
* yıllık hazırlamak çok sıkıntılı bir iş. kiminkini ilk sıraya koyayım, ona ne yazayım, buna şöyle yazsam şu darılır derken kendini paralıyorsun, uykuların kaçıyor. farkında olmadan kalp kırıyorsun, sonra gönül almak için uğraşıyorsun. e sonra ne oluyor? doğru düzgün bir tanesi bile arayıp sormuyor. boş işler derlerdi de inanmazdım.
* saçlarımı kestirmek istiyorum şöyle kulak hizasına kadar. sonra turuncuya boyayıp rengarenk giyineceğim. böyle pembe tonlarında makyaj da yaparsam beni tanıyan 10 kişiden 8'inin tanıyamayacağını iddia ediyorum. var mısın iddiaya? (n'olur varım diyin biriniz artık. tepkinizden korkuyorum ama bu kadar büyük olmasa da değişikliğe ihtiyacım var..)
* muzzy'den bahsetmiş inflack. ben o BBC setiyle kendi kendime öğrendim ingilizceyi. ve hep oradaki sylvia olmak istemiştim. 10 yaşında falandım.
* blendax reklamında oynayan o ilginç şekilde dalgalı ve dolgun saçlı kızlardan korkuyorum. en güzeli head&shoulders. reklamımı yapar giderim.
* bobiler.org : çok moda şu sıra, can sıkıntısı gidermek için iyi bir alternatif.
* "kaba birini taklit edebilecek kadar huysuzluğum üzerimde bugün." demiş nietzche. ne de güzel demiş. aynen öyle işte...
Salı, Ağustos 12, 2008
o bir minik
ilk annesinin karnındayken iletişim kurduk onunla. minik minik tekme atıyordu. kalp atışlarım hızlandı, içim titredi. ilk defa böyle bir şeye cesaret edebilmiştim. hamileler yanımdan geçerken bile gerilim çünkü ben. saçma, biliyorum ama engel olamadığım bir şey.
sonra annesinin karnından çıkmaya karar verdi bir gün. ilk defa bir dünyaya geliş hikayesini bu kadar yakından takip ediyordum. sürekli ağlıyordu, uyumuyordu, sütünü içmiyordu, mama veriyorduk çeşit çeşit hiçbirini beğenmiyordu. gördüğüm en huzursuz çocuktu. çevresinde olup bitenlerin farkındaydı besbelli; üzülüyordu, üzülüyorduk...
büyüyünce hatırlamaz bugünleri ama birlikteyken mükemmel vakit geçiriyoruz. onu çok seviyorum, o da beni. aldığım giysileri üzerinden çıkarmak istemiyor, getirdiğim abur cuburu ise sadece benimle paylaşıyor. onca insanın içinden yine gelip bana sarılıyor, yaramazlık yapmaz zaten de yaptığı zaman beni kurtar diye yine benim gözümün içine bakıyor. saatlerce usanmadan oyun oynayıp vakit geçirdiğimize ve ayrılırken üzüldüğümüze göre en yakın arkadaşız da denilebilir :)
ilk başbaşa kaldığımızda bastığı çığlıkları hatırlıyorum da baya bir yol katetmişiz. geçenlerde başbaşa koca bir gün daha geçirdik. ikimiz de oldukça hevesliydik. koca ev ikimize kalmıştı. oyunlar oynamak için sabırsızlanıyorduk. oldukça keyifli saatlerden sonra yorulduk, uyku saati geldi tabi. sonra ben de uyumuşum. uyanmış yanında beni göremeyince korkmuştu. nasıl başardı bilemiyorum ama kapıyı açmıştı. sesiyle kendime geldim. koştum daha fazla korkmasın diye; sımsıkı sarıldı, omzuma yattı. sonra uzandık koltuğa, yanaklarımı avuçlarının içine alıp gülümsedi. tüm sevgisini gözlerinden okuyabiliyordum, öyle temizdi ki bakışları... bu defa göğsüme yattı öylece sızmışız. bir yandan o minicik elleriyle kollarımı sıkıp sıkıp bırakıyordu, hissediyordum. ara ara uyanıp göz göze gelip gülümsüyorduk. onun bana verdiği huzur benim ona verebildiğimden çok daha fazlaydı. hayatımın en huzurlu anlarını yaşadım sayesinde. yanaklarımı okşuyordu bir yandan. hayata bakışım değişti o an. daha büyük bir mutluluk var mı diye düşündüm.
bugün dünyaya gözlerini açmaya karar verişinin 2. yıl dönümü. hızlı geçti zaman ya da o çok hızlı büyüdü. büyümüş de küçülmüş derler ya hani öyle işte. bencillik belki ama büyümesini istemiyorum sanki... bırakıp gitmesinden korkuyorum...
var olabildiğin kadar iyi ki varsın azra beren. gün gelir sanal dünyaya kapılırsın sen de, teknolojinin çok gerisinde kalmamışsam eğer blogumun linkini gönderirim sana msn'den . okursun bana yaşattığın o huzuru aktaramayışımı. hatırlamazsın ama hissedersin belki. seni lulu'dan da, kaptan mağara adamı'ndan da, kurabiye canavarı'ndan da çok seviyorum...
Pazartesi, Ağustos 11, 2008
sıkıldım ki ben..
* yağmur sonrası toprak kokusu vardır ya hani. İşte onu doya doya içime çektim bugün.
* parmak arası terlik: estetik görünüyorsun da parmaklarım arasına girmeye utanmıyor musun?
* msn’de rahip yazma sorunsalı vardı bir ara. Blogu bitireyim de hala var mı yok mu öğreneyim bakalım.
* Ankara adında Finlandiyalı heavy metal grubu, çatal höyük adında amerikan ambient ağırlıklı metal grubu var.
* Zinnur Gülşah Dinçer ve Şehriban Coşkunfırat isimlerini hatılamaya çalış hadi!
* en son leman kültür’de yemek yediğimde arkadaşımın salatasından küçük denemeyecek büyüklükte bir böcek çıktı. Garsona durumu anlatıp hesabı istedik, şefi geldi. Ona da böcek çıktığını söyleyince “e böcek çıkacak, araba değil ya!” dedi. Son esprileri(!) ve oradaki son yemeğim oldu.
* fileli çorap giyip siyah ruj sürerekten 333lü pozlar vermediğim için vampire freaks’te tutunamadım ben.
* “dtcf’de okuyorum” demeyi sevmiyorum, örgüt üyesi sanıyorlar.
* marlon brando karizmatik bir adam diyenlerdensen, bir de 1951 yapımı streetcar named desire’da izle derim. Bu daha hiçbir şey!
* küçükken capri sun alırken “üzerinde aslan olandan olsun” diyerek isterdim kantinden. Şimdi bile “safari olsun lütfen” diyesim gelmiyor.
* ne zaman tuvalet ve banyodaki havalandırma pencerelerine baksam hande ataizi gelir aklıma.
* istediğiniz kadar inkar edin! kadın cinsi erkeğinin özünde biraz da olsa maçoluk olsun istiyor.
* ergenliğe yeni girdiğimiz dönemlerdi. Bir arkadaşımla konuşuyorduk. “senin memene fincan koydu mu annen?” diye sordu. “o nedenmiş ki?” dedim. “daha düzgün ve güzel olsun diye” dedi. Bir onunkilere bir benimkilere baktım. “valla benimkilere kimse fincan koymadı da seninkilere kase ya da kova koydukları kesin!” dedim.
* nesquik’in gerek mısır gevreğini gerek süt tozunu sütsüz yemek en güzeli. Hele süt tozunu al arkadaşını karşına kaşıklayarak ye, böyle arada açın ağzınızı iğrençlik yapın ne süt dostu tavşan kalıyor ortada ne de sevimlilik.
* bira bardağında su, viski bardağında meyve suyu, çay bardağında rakı, rakı bardağında votka içmesi zevkli oluyor.
* can yücel’in “hayatı tersten yaşamak” adlı şiirini bir kerecik oku ne olur! “Ne güzel olur be!” diyeceksin.
* aynı şarkıyı saatlerce dinlemek nasıl bir saplantıdır?! Ve bunu yapmayanınız var mıdır?
* Windows xp’nin yeni çıktığı günlerdi. bir şeyler ararken bir köpek çıkıyordu ya hani o karakterin değiştirilebildiğini fark ettim. tur rehberi olarak tanıtılan karakterin adının gamze olduğunu görünce ablamın ve kardeşimin işgüzarlığı olduğunu düşünmüştüm. Çene yapmıştım, ne olduğunu anlamamışlardı tabi.
* dersten kaldığımda anne ve babamın sorun etmemesi daha kötü hissetmeme sebep oluyor kimi zaman. Beni umursamıyorlar gibi geliyor sanki. Babam, telefonu kükreyerek falan açsın; annem, senin gibi evlat olmaz olsun desin istiyorum.
* bahsettiğim şeylerden yine bahsederim diye çok korkuyorum. Öyle bir şey yaparsam uyarın beni.
* kuşadası'nda İngiliz bir turist sevgilisine köpekbalığı havuzunda evlenme teklifi etmiş. Okurken bile panik oldum. Beyaz atlı prensciğim oralarda bir yerlerde beni görüyorsan, okuyorsan sen yapma bana böyle şeyler sakın. Evlenmeye ikna edeceğim derken ölümüme sebep olma. İstemem böyle atraksiyonlar, aman diyim!
* yine İngiliz bir kadın 1953’ten beri saçlarını hiç kestirmemiş. 152 cm olan saçı yıkamak 45 dakika, taramak 2.5 saat, kurutmak 24 saat sürüyormuş. Kendi saçlarımı zor sanırdım.
* böyle bir durgunluk var üzerimde. ne diyeceğimi bilemedim çat diye bitiriyorum bugünkü yazımı. çat…
Pazar, Ağustos 10, 2008
"sesini" duyan var mı?
gazeteyi aldım elime, fotoğraflar yaktı sanki elimi. haberleri izledim çığlıklar, hıçkırıklar ve bomba sesleri birbirine karıştı zihnimde. kalakalmışım öylece. boğazım düğümlendi, yutkunamadım. bu çaresizliğe ve gözyaşlarına aşinaydım. gözyaşlarıma hakim olamadım.
yaşadığı yeri yitirme korkusu, kan ve toprak kokusu içiçeydi. istanbul üzerinden olmadığı sürece şehre giriş ve çıkış mümkün değildi. zaten şehrin geleceği de belirsizdi. mümkün olduğunca yukarı kaçmıştık fayda etmeyeceğini bile bile. ölüme aniden yakalananlar ve bile bile ölüme terkedilenler olarak ikiye ayrılacaktık.
"patlayacak" diyorlardı ve "marmara ile ege'nin kuzeyi yok olacak". yabani hayvanlardan korumak için ateş yakmıştı babalarımız ve ellerinde sopalarla nöbet tutuyorlardı. kül ve duman altındaydı her yer, gidecek yer yoktu. yurt ve şehir dışından gelen yardımlar olmadan hayat devam edemiyordu; bebekler, çocuklar aç kalıyordu. cepteki paranın anlamı yoktu çünkü, fırınlar bile çalışmıyordu.
neyi beklediğimizi bilmeden bekliyorduk. ağlıyordu insanlar, çığlık çığlığa uyanıyorlardı zoraki daldığı uykularından. bir ceset geliyordu gözünün önüne ya da tanıdığı bir yüz. nasıl da kurtaramamıştı onu? ya da ölüme terketmek zorunda kalmıştı? o koca yıkık duvarları kaldıramazdı ki...boşaltılıyordu her yer, hayalet şehirden farksızdı artık sokaklar...kaldırımlarda cesetler, kopuk bacak, kol ve gövdeler...kendi çabasıyla o enkazlardan kurtulup da mucizeyi gerçekleştirenlerse bu manzarayla karşılaşıp da sesini duyuramayınca aklını yitiriyordu.
o çığlıkların, korkuların aynısını gördüm baktığım fotoğraflarda. sebebi farklıydı ama yaşananlar aynı. engel olamamıştım, kurtaramamıştım ve durun bile diyemiyorum şimdi...
Cumartesi, Ağustos 09, 2008
waiting for the perfect man!
küçükken gördüğüm her sevgiliyi ideal çift sanırdım. öyle mutlu mesuttular ki o çocuk gözümde. pembe giymeyi sevmezdim ama her kız çocuğu gibi ben de özenirdim bu mutlu aşk kahramanlarına.
18'ime gelince pat diye çıkacaktı karşıma. sırılsıklam aşık olacaktı bana, ben de dünyanın en mesut insanı olacaktım. anne ve babamla tanıştıracaktım, tabi ki çok seveceklerdi onu. filmlerdeki o küçük sahil kasabasının iflah olmaz deli aşıkları olacaktık, el ele göz göze gezecektik sokaklarda. ve kaçınılmaz son olarak çıktığımız romantik bir akşam yemeğinde evlenme teklifi edecekti. elbette ki "evet, evet, evet!" diyerek atlayacaktım boynuna ve sevinç gözyaşlarım süzülecekti yanaklarımdan. pembe panjurlu evimiz olsun istemezdim ama bahçesinde ,biri kız biri oğlan olmak suretiyle, çocuklarımızın oynayacağı bir evimiz olacaktı tabi.
boyum bacak kadar bile değildi ama çocuğun nasıl yapıldığını bilmeden çocuk düşlemiştim. dizlerimizde battaniye, sallanan sandalyede geçireceğimiz kış akşamları sahnesini nasıl da atlamışım hayret ediyorum.
öyle uzaktı ki bu yıllar 22 yaşımda evlendiriyordum kendimi, mutluluk bu tablolara eşdeğerdi gözümde. ve şimdi bu planı gerçekleştirmeye kalkacak olsam sadece 2 yıl 4 ayım kaldı . son zamanlarda bunu da düşünür oldum istemsizce, belki de pek sevgili arkadaşımın tetiklemesiyle.
evet beyaz atlı prensimi bulduğumu sandım ben de, henüz 17 yaşındaydım. anne ve babamla da tanıştırdım ve tabi ki çok sevdiler onu. ne mi oldu sonra? gözlerimi açtım ve balkabağına dönüştüm ben. o da ayakkabım olmadan tanıyamadı beni...hem zaten kim balkabağını adam yerine koyup aşık olduğu kızın ayakkabısını giydirirdi ki? balkabağı olarak devam ettiğim hayatıma bir de kurbağa prens'in girmesine izin verdim sonraları ama benim prenses olmadığımı anlaması çok zamanını almadı. zıp zıp zıpladı, ben yerimde kalakaldım. ayrı dünyaların insanıydık işte.
şimdilik keyfim yerinde ama düşünmeden edemiyorum; zaman çok çabuk geçiyor ve o karşıma ne zaman çıkacak ve hatta çıkacak mı belki de. çıkarsa ne yapacağım peki? inanmalı mıyım yine? ya gelen o değilse? zamanım daralıyor gibi hissediyorum. son zamanlarımın sohbet konusunu bu düşünceler oluşturuyor. aşırı derecede güvensiz hissediyor, birisi tarafından korunmaya ihtiyaç duyuyorum. herkesin aklında aynı şeyler... iki cinsin birbirine bu kadar muhtaç olduğunu bilmezdim hiç. büyümek korkutuyor beni, hele iş hayatı yaklaştıkça kendime bile vakit ayıramamak düşüncesi daha da korkutuyor. ben de ilgilenmezsem kim ilgilencek benimle? peki hayalimdeki kişinin varlığından bile emin değilken nedir bu yalnızlık korkusu? kendime bir kez daha anlam veremiyorum...
herkes "o"nu arıyor, kimse bulamıyor. peki neredesiniz? biz mi yanlış yerde bekliyoruz sizi?
ayrıca not: geldiysen msn'den 3 kere titret!
18'ime gelince pat diye çıkacaktı karşıma. sırılsıklam aşık olacaktı bana, ben de dünyanın en mesut insanı olacaktım. anne ve babamla tanıştıracaktım, tabi ki çok seveceklerdi onu. filmlerdeki o küçük sahil kasabasının iflah olmaz deli aşıkları olacaktık, el ele göz göze gezecektik sokaklarda. ve kaçınılmaz son olarak çıktığımız romantik bir akşam yemeğinde evlenme teklifi edecekti. elbette ki "evet, evet, evet!" diyerek atlayacaktım boynuna ve sevinç gözyaşlarım süzülecekti yanaklarımdan. pembe panjurlu evimiz olsun istemezdim ama bahçesinde ,biri kız biri oğlan olmak suretiyle, çocuklarımızın oynayacağı bir evimiz olacaktı tabi.
boyum bacak kadar bile değildi ama çocuğun nasıl yapıldığını bilmeden çocuk düşlemiştim. dizlerimizde battaniye, sallanan sandalyede geçireceğimiz kış akşamları sahnesini nasıl da atlamışım hayret ediyorum.
öyle uzaktı ki bu yıllar 22 yaşımda evlendiriyordum kendimi, mutluluk bu tablolara eşdeğerdi gözümde. ve şimdi bu planı gerçekleştirmeye kalkacak olsam sadece 2 yıl 4 ayım kaldı . son zamanlarda bunu da düşünür oldum istemsizce, belki de pek sevgili arkadaşımın tetiklemesiyle.
evet beyaz atlı prensimi bulduğumu sandım ben de, henüz 17 yaşındaydım. anne ve babamla da tanıştırdım ve tabi ki çok sevdiler onu. ne mi oldu sonra? gözlerimi açtım ve balkabağına dönüştüm ben. o da ayakkabım olmadan tanıyamadı beni...hem zaten kim balkabağını adam yerine koyup aşık olduğu kızın ayakkabısını giydirirdi ki? balkabağı olarak devam ettiğim hayatıma bir de kurbağa prens'in girmesine izin verdim sonraları ama benim prenses olmadığımı anlaması çok zamanını almadı. zıp zıp zıpladı, ben yerimde kalakaldım. ayrı dünyaların insanıydık işte.
şimdilik keyfim yerinde ama düşünmeden edemiyorum; zaman çok çabuk geçiyor ve o karşıma ne zaman çıkacak ve hatta çıkacak mı belki de. çıkarsa ne yapacağım peki? inanmalı mıyım yine? ya gelen o değilse? zamanım daralıyor gibi hissediyorum. son zamanlarımın sohbet konusunu bu düşünceler oluşturuyor. aşırı derecede güvensiz hissediyor, birisi tarafından korunmaya ihtiyaç duyuyorum. herkesin aklında aynı şeyler... iki cinsin birbirine bu kadar muhtaç olduğunu bilmezdim hiç. büyümek korkutuyor beni, hele iş hayatı yaklaştıkça kendime bile vakit ayıramamak düşüncesi daha da korkutuyor. ben de ilgilenmezsem kim ilgilencek benimle? peki hayalimdeki kişinin varlığından bile emin değilken nedir bu yalnızlık korkusu? kendime bir kez daha anlam veremiyorum...
herkes "o"nu arıyor, kimse bulamıyor. peki neredesiniz? biz mi yanlış yerde bekliyoruz sizi?
ayrıca not: geldiysen msn'den 3 kere titret!
akşam oldu maddeleştim ben yine
* maddeleme işini sevdim ben. içimde birikenleri bir anda söyleyebilitem hoş oluyor.
* aybüke'nin doğum günü bugün. zaman ne çabuk geçiyor ama annen seninle hala gurur duyuyor!
* the prestige: bakmak ve görmek arasındaki ince çizgi. mutlaka izleyin!
* fantasyland'in hastasıyım, photoplay'in ustasıyım.
* "yurt manzaralı ev" ilanını görmüş insanım.
* "eyvah abim!" demek istedim, diyemedim ben hiç. içimde ukte kaldı.
* digitürk: kadın ve erkek cinsini aşağılayan reklamlar yapma artık!
- elini tutması için komşusuna giden bir kız, ilk defa kız görmüş gibi davranan bir erkek ve komşu kızını komşusunun elinden kapmayı marifet sanan bir komşu bozuntusu daha.
- sırf erotik yayın olduğu için digitürk bağlatan bir dede.
hiç sempatik değil!
* Lulu: hakkında o kadar yazı yazdım, anlattım belki hatırlarsınız diye, biriniz de çıkıp "evet evet izlemez miyim?" demediniz hala!
* can yücel, erkek dediğin adlı şiirinde kadınları çözdüğünü ispatlayabilmiş bir adam. o şiiri okuyup "işte ondan" demeyen bir hemcinsime rastlamadım henüz.
* jeff buckley'den forget her dinlemelisin!
* facebook'ta "ne kadar normalsin?" diye bir testle karşılaştım. hemen çözdüm tabi ki. %30 normalmişim. neden çözdüğümü sorgularken bir an için de olsa 'inansam mı?' diye düşündüğüm için normal olduğuma karar verdim. buna neye göre karar verdim emin değilim. peki sizce normal miyim?
* bir çok kez yolda hapşırdığımda tanımadığım insanlar çok yaşamamı temenni etti. yaşamamı neden istedikleri hakkında çeşitli hipotezlerim var ama hala benzeri bir olayla karşılaştığımda ne cevap vereceğim hakkında bir fikrim yok.
* külkedisi'nin ayakkabısı kaç numara ki koca ülkede bir tane kıza bile uymuyor ondan başka? ve o nasıl hödük bir prenstir ki aşık olduğu kızı paspal bir haldeyken tanıyamıyor? aşk insanın gözünü bu kadar mı kör ediyor?
* einstein söylendiği gibi adi bir adam mı gerçekten?
* bir de burdan söyleyim dedim: caner, saçlarına bayılıyorum!
* "seni ben ellerin olsun diye mi sevdim" şarkısına içerlemeyeniniz var mı peki?
* kurabiye canavarı seni de çok seviyorum! kurabiye yiyişine hastayım, ara beni!
* kozmetik mağazalarında çalışan kızlar: maskelerinizi çıkarıp da başınızı yastığa koyduğunuzda rahatça uyuyabiliyor musunuz?
* kollarımı ve bacaklarımı açarak kapıya tırmanmayalı kaç yıl oldu saymadım, sayamadım.
* henüz 20 yıldır hayatta sayılırım, 3 büyük savaş geçti bu yıllardan ve bugün bir tane daha eklendi aralarına. "neden ateş ediyorlar baba?" diye sormadım, soramadım...
Cuma, Ağustos 08, 2008
biliyorum
hani dün gece sen uyuduktan sonra korktum ya ben... aramaya cesaret edemedim... oysa bir ses duysam güvende hissedecektim... kimseye seslenemedim, nefesim yetmedi... ürkekliğimden odanın ışığını açamadım bile... telefonun ışığıyla odayı aydınlatmaya çalıştım... geçmedi o sıkıntı bir türlü... kendimi kandırmaktı belki ama mesaj atsam geçer sandım... mesajım sana iletilmediğinde bir gerçeğin farkına vardım. bir gün sen de o hattın ucunda olmayacaksın...
Perşembe, Ağustos 07, 2008
maddesel yazılım deneme çabası
* krep ve çilek reçeli ikilisi: en güzel bir şey!
* "hoca bana taktı!" hafifletici öbeğini ilk kullanana şükredenler parmak kaldırın!
* emre altuğ: sırf "kalçada gamze" modasını uydurduğun için derinlerde bir öfke besliyorum sana karşı ama belli etmiyorum.
* "çakıl" ve "kravatı kendinden emo tişörtü" çılgınlığı vardı geçen sene bu zamanlar. Allah'ım bu ve benzeri akımlara bir daha maruz bırakma bizleri. dinimiz amin!
* "psikolojinin bozulması" nasıl bir kavram karmaşasıdır. bozulan bilim dalı istemiyorum!
* "kırmızının kirlettiği sarıyı lacivertle temizledik". facebookta davet edildiğim grubun adı. ignore git dedim gözüm görmesin. futboldan soğudum biraz daha.
* dün tiramisu yaptım harika oldu, bugün yeşil fasülyeyle kariyerimde ilerleme kaydettim.
* to bleed or not to bleed!
* ayaklarım büyük benim! (39 numara)
* evet, metroya otostop çekmişliğim var. yine olsa yaparım diyemem çünkü makinist teyzenin eliyle yaptığı 'deli' işareti eşliğinde aklım başıma geldi. o gün bugündür akköprü durağına inmekten çekinirim.
* hulisi kentmen'i sevmeyenin kafasında bardak kırarım!
* bana "rosalinda'yı hiç izlemedim" deme sakın!
* cips yedikten sonra parmakları yalamak işin en zevkli kısmı kesinlikle. ıyykk mı? duymamış olayım!
* okumayan çıkmasın karşıma: "mavi saçlı kız" ve "eroin".
* ipek ongun serilerini modaya dönüştüren zihniyet: tiksindim eğreti özentiliğinizden.
* şeytan da bir melektir. düşündükçe inanasım gelmiyor.
* sanki kulaklarım da kepçe benim?!
* meybuz yemeyi yasaklamayan anne var mı ki?
* hey! size söylüyorum: kız yurdu düşlediğiniz gibi bir yer değil!
* smiley manyağı msn kullanıcılarına içten içe kızarken annemin aynı şeyi yapması tahmin edilemez bir şekilde eğlendiriyor beni. bu ayrımcılık anlamına mı geliyor?
* kaptan mağara adamı ve oğlu: sizi seviyorum <3
* fatima spar und die freedom fries: kızılcıklar oldu mu coverı ile tanıdım ve pek sevdiğim söylenemez. yine de Bosa Noga'yı çalıp çalıp oynar oldum. ytrum'cum teşekkürler ama sensiz bu dansların tadı çıkmıyor :(
* biri çıkıp da kekstra'nın gerçekten kek olmadığını söylesin artık! plastik gibi ne o öyle ya..
* prensip sahibi olmak güzel şey ama 'dediğim dedik ne diyon lan sen düdük' kafalı idealistlerden koru bizi ya rabbim! dinimiz bir daha amin!
* kalkmış people you may know diye hayatta en haz etmediğim iki insanı aynı anda karşıma çıkarmış. bilmemezlikten geliyorum, yok bir daha bir daha karşıma çıkarıyor. bilerek yaptıysan utanmalısın kendinden. çok kızdım sana bugün facebook çok!
* metro'dan mevsim sonbahar ve cem köksal'dan kalbim bomboş dinlemeden uyuma bugün!
* ağzı kulaklarına varmış bir şekilde "ay bu saçları kim hakediyor lay la lay la laa laa" diye sayıklayan kaç kişi tanıyorsunuz? işte o saç aşığı megaloman benim! nasıl bir bilinçaltıdır çözemedim gitti!
* anne blogumu okuyor musun? bir de çevrimdışı takılma artık, seni seviyorum :)
koş Lulu koş!
"Lulu hanım siz de hayırsız çıktınız!"
Amcamın sözlerini düşündüm bir an. Sonra, daha önce sormadığım bir kaç arkadaşıma daha sordum "Lulu'yu izler miydin?", belki artık hatırlamıştır diye ikinci defa sorduğum da olmuştur kimilerine. Biri de çıkıp "Aaa evet evet izlemez miyim?" demedi, demedi ve ben hiç uzun uzun anlatamadım benim gözümden "Lulu"yu.
“Racing through the pantry, sliding on the floors,
Hiding in the closets, slamming all the doors
How can a lady as little as you,
Raise such a rumpus and a hullabaloo?"
Herkes Tom&Jerry, Looney Tunes peşinden koşarken ben hep Little Lulu' yu düşledim. Çizgi roman kahramanlığından çizgi film kahramanlığına yükselebilmiş yüce karakterlerden o. Lan Lulu ne tatlıydın sen öyle? Siyah lüle lüle saçların vardı ve tombik yanakların, kırmızı mini elbisen hep benim olsun isterdim, çıta gibi bacakların uyuyordu da seni benden ayıran o zeytin gözlerindi. Yine de aile bireyleri şuan bile vazgeçmedi beni Lulu diye çağırmaktan.
"Little Lulu, Little Lulu, with freckles on your chin,
Always in and out of trouble, but mostly always in.
Using Daddy’s necktie for the tail on your kite,
Using Mommy’s lipstick for the letters you write."
Mahallenin çetesi denecek türde arkadaşları vardı Lulu'nun, her iş, başta Lulu olmak üzere, bunların başının altından çıkardı. Türk tabiriyle "erkek fatma"ydı, bir tane bile kız arkadaşı olduğunu hatırlamıyorum. Beyzbol oynar, balık tutmaya giderdi. Sık sık hayal alemine dalardı, "kötü davranışlarda" bulunacak olsa hayal dünyası devreye girer, müzikal tadında bir ders verilirdi Lulu'ya ki biz de payımıza düşeni çıkarırdık. Tubby vardı sonra tombik oğlan, inceden yazardı Lulu'ya daha o yaşta.
“Though the clock says 7:30, it’s really after 10;
Looks like Lulu’s been repairing it again.
Though you’re wild as any Zulu,
And you’re just as hard to tame,
Little Lulu, I love you-Lu just the same, just the same,
Little Lulu, I love you-Lu just the same.”
Severdim, pek yakından takip ederdim öyle ki adım Lulu kaldı. Şikayetçi değilim de gün gelir çoluk çocuğa karışırım. korkarım çocuğuma Lulu'yu izletmekten, "peff anne bunu mu izliyordun ne sıkıcı!" derse ve ben "biz çocukken..."le başlayan cümlelerle ifade edemezsem kendimi.
Amcamın sözlerini düşündüm bir an. Sonra, daha önce sormadığım bir kaç arkadaşıma daha sordum "Lulu'yu izler miydin?", belki artık hatırlamıştır diye ikinci defa sorduğum da olmuştur kimilerine. Biri de çıkıp "Aaa evet evet izlemez miyim?" demedi, demedi ve ben hiç uzun uzun anlatamadım benim gözümden "Lulu"yu.
“Racing through the pantry, sliding on the floors,
Hiding in the closets, slamming all the doors
How can a lady as little as you,
Raise such a rumpus and a hullabaloo?"
Herkes Tom&Jerry, Looney Tunes peşinden koşarken ben hep Little Lulu' yu düşledim. Çizgi roman kahramanlığından çizgi film kahramanlığına yükselebilmiş yüce karakterlerden o. Lan Lulu ne tatlıydın sen öyle? Siyah lüle lüle saçların vardı ve tombik yanakların, kırmızı mini elbisen hep benim olsun isterdim, çıta gibi bacakların uyuyordu da seni benden ayıran o zeytin gözlerindi. Yine de aile bireyleri şuan bile vazgeçmedi beni Lulu diye çağırmaktan.
"Little Lulu, Little Lulu, with freckles on your chin,
Always in and out of trouble, but mostly always in.
Using Daddy’s necktie for the tail on your kite,
Using Mommy’s lipstick for the letters you write."
Mahallenin çetesi denecek türde arkadaşları vardı Lulu'nun, her iş, başta Lulu olmak üzere, bunların başının altından çıkardı. Türk tabiriyle "erkek fatma"ydı, bir tane bile kız arkadaşı olduğunu hatırlamıyorum. Beyzbol oynar, balık tutmaya giderdi. Sık sık hayal alemine dalardı, "kötü davranışlarda" bulunacak olsa hayal dünyası devreye girer, müzikal tadında bir ders verilirdi Lulu'ya ki biz de payımıza düşeni çıkarırdık. Tubby vardı sonra tombik oğlan, inceden yazardı Lulu'ya daha o yaşta.
“Though the clock says 7:30, it’s really after 10;
Looks like Lulu’s been repairing it again.
Though you’re wild as any Zulu,
And you’re just as hard to tame,
Little Lulu, I love you-Lu just the same, just the same,
Little Lulu, I love you-Lu just the same.”
Severdim, pek yakından takip ederdim öyle ki adım Lulu kaldı. Şikayetçi değilim de gün gelir çoluk çocuğa karışırım. korkarım çocuğuma Lulu'yu izletmekten, "peff anne bunu mu izliyordun ne sıkıcı!" derse ve ben "biz çocukken..."le başlayan cümlelerle ifade edemezsem kendimi.
Salı, Ağustos 05, 2008
göster amcana pipini oğlum!
hayatta en çok gıpta ettiğim insan özel uğraşı olandır. bir türlü sahip olamadığım şeye sahiptir çünkü. istikrarını takdir etmekten öte kişisel özelliklerini bir kenara bırakıp özel bir sempati duyarım kendisine. girdiği her ortamın "göster amcana pipini!" kişisidir. ilkokulda öğretmenlerinin her defasında 'özel gün ve haftalar kurbanı' olarak atadığı bu kişi, iş hayatına atılsa bile özel hayatında rahat bırakılmayacaktır. misal; aile dostlarıyla oturuluyor, kelimelerin tükendiği anda top konu kahramanına atılır.
rol yeteneği iyiyse başta bülent ersoy olmak üzere bilumum gereksiz taklitleri yapmaktan başka çaresi yoktur. sesi mi güzel "patlat bir şarkı da neşemiz yerine gelsin!", herhangi bir enstrüman mı çalabiliyor " hadi sen çal biz söyleyelim!" olur ortamın kurtarıcı atak cümlesi.
çöp adam çizmedeki yeteneğimden ötürü olsa gerek en çok da çizim yeteneği olanlara hayranlık duyarken bir o kadar içerlerim. "hadi karakalem çizimlerini çıkar da kasvetimiz dağılsın" diyenini hiç duymadım çünkü. karikatürler vardır sıkıntıyı söküp atacak cinsten ama o da elden ele dolaşıp bireye hitap edeceğinden toplu eğlence kavramından uzak kalır. bu sebeple onları konumuzun dışında tutuyorum.
oyun oynadığım zamanlar dışında pasif bir çocuk sayılabilirdim. dağlar arasından gülümseyen bir güneş, perpesktif açıdan çizilmiş ağaçlar ve nehir, ve tabi ki uzaklarda o güneşli havada bacası tüten bir kulübe resim derslerimin yegane kurtarıcı tablosuydu. milli bayramların kurtarıcısı anıtkabir'in gerçek boyutuyla yüzleşmem bir hayli şaşkınlık içinde gerçekleşti tabii. şarkı söylemek dersen, şuan bile ciyaklayan bir sesten çocuk yaşta ne beklersin? her ne kadar sevilse de kıvrak figürler sergilemedikten sonra dans etmenin de bir anlamı kalmıyor tabi. bildiğin tomruk gibiyim, ötesi yok.
en büyük zevkim olan yabancı dil öğrenimini ise meslek edindim, zaten o zamanlar my name is gamze, how old are you demek uzun süreli prim sağlamıyordu. dilek hanım'ın kızının 'one'dan 'twenty'e sayması değil, zarife hanım'ın kızının sevimli(!) oryantal figürlerle mezdeke şarkılarına eşlik etmesi konuşuluyordu.
halbuki; okul-sınav-kurs üçlüsü ve nice sebeplerden dolayı ertelesem de keman çalmaya heves ettim ben hep. ve en sonunda, oyunbozanlık etmezsem, bana eşlik etmesinden büyük bir mutluluk duyacağım cici bir arkadaşımla eylül'de kursa başlıyoruz. kendime verdiğim sözleri tutmakta başarısız olduğumdan dolayı ona söz verdim bu defa. bir de, sesimi kontrol edip de bir şarkı patlattığım anlarda aldığım beğenilerin içten içe dürtüklemesi sonucu kendimi şan dersi almak konusunda da feci gaza getirdim.
kimbilir belki bu defa kararlılığımı korur, haggard'ın ally'si ve hatta su'su gibi saçlarımı rüzgara bırakır, sanat camiasına dalıveririm.
bu arada aklıma gelmişken sözüm sana claudio: "tabiri caizse ne piç bir adamsın sen!"
rol yeteneği iyiyse başta bülent ersoy olmak üzere bilumum gereksiz taklitleri yapmaktan başka çaresi yoktur. sesi mi güzel "patlat bir şarkı da neşemiz yerine gelsin!", herhangi bir enstrüman mı çalabiliyor " hadi sen çal biz söyleyelim!" olur ortamın kurtarıcı atak cümlesi.
çöp adam çizmedeki yeteneğimden ötürü olsa gerek en çok da çizim yeteneği olanlara hayranlık duyarken bir o kadar içerlerim. "hadi karakalem çizimlerini çıkar da kasvetimiz dağılsın" diyenini hiç duymadım çünkü. karikatürler vardır sıkıntıyı söküp atacak cinsten ama o da elden ele dolaşıp bireye hitap edeceğinden toplu eğlence kavramından uzak kalır. bu sebeple onları konumuzun dışında tutuyorum.
oyun oynadığım zamanlar dışında pasif bir çocuk sayılabilirdim. dağlar arasından gülümseyen bir güneş, perpesktif açıdan çizilmiş ağaçlar ve nehir, ve tabi ki uzaklarda o güneşli havada bacası tüten bir kulübe resim derslerimin yegane kurtarıcı tablosuydu. milli bayramların kurtarıcısı anıtkabir'in gerçek boyutuyla yüzleşmem bir hayli şaşkınlık içinde gerçekleşti tabii. şarkı söylemek dersen, şuan bile ciyaklayan bir sesten çocuk yaşta ne beklersin? her ne kadar sevilse de kıvrak figürler sergilemedikten sonra dans etmenin de bir anlamı kalmıyor tabi. bildiğin tomruk gibiyim, ötesi yok.
en büyük zevkim olan yabancı dil öğrenimini ise meslek edindim, zaten o zamanlar my name is gamze, how old are you demek uzun süreli prim sağlamıyordu. dilek hanım'ın kızının 'one'dan 'twenty'e sayması değil, zarife hanım'ın kızının sevimli(!) oryantal figürlerle mezdeke şarkılarına eşlik etmesi konuşuluyordu.
halbuki; okul-sınav-kurs üçlüsü ve nice sebeplerden dolayı ertelesem de keman çalmaya heves ettim ben hep. ve en sonunda, oyunbozanlık etmezsem, bana eşlik etmesinden büyük bir mutluluk duyacağım cici bir arkadaşımla eylül'de kursa başlıyoruz. kendime verdiğim sözleri tutmakta başarısız olduğumdan dolayı ona söz verdim bu defa. bir de, sesimi kontrol edip de bir şarkı patlattığım anlarda aldığım beğenilerin içten içe dürtüklemesi sonucu kendimi şan dersi almak konusunda da feci gaza getirdim.
kimbilir belki bu defa kararlılığımı korur, haggard'ın ally'si ve hatta su'su gibi saçlarımı rüzgara bırakır, sanat camiasına dalıveririm.
bu arada aklıma gelmişken sözüm sana claudio: "tabiri caizse ne piç bir adamsın sen!"
Pazartesi, Ağustos 04, 2008
Tanrı'm, beni baştan yarat!
Şöyle suratımın tam ortasına bir tane yumruk patlatıp arkama bakmadan kaçasım var. deli ediyorum, boğuyorum beni. ne istediğini bilmeyen şımarık bir çocuk gibi davranıp kendimi çileden çıkarıyorum.
Baştan yaratasım var kendimi. mümkün olsa tüm şımarıklığımı söküp atacağım 3 tutam kararlılık serpiştireceğim ruhumun her bir köşesine. o da işe yaramazsa balkondan aşağı atar, rahatlarım... ama, sanırım, ikimiz için de pek sağlıklı bir karar olmaz.
"Kendi üzerimde otorite kurmalı, adımlarımı sadece kendime göre atmalıyım artık" diyorum da bir türlü uygulamaya geçiremiyorum. aybüke'ye bu kadar yüklenmemin sebebi de kendi üzerimdeki bu hakimiyetsizliğim herhalde. kendim yapmaya cesaret ya da fırsat bulamadığım her şeyi ona yaptırıyorum.
aybüke 23 yaşında bir tıp öğrencisi, bir yandan barmaid olarak çalışıyor. bir de arkadaşlarıyla kurdukları, şehir şehir gezen bir grupları var. grupta uzun bir süre keman çaldıktan sonra baterist olarak devam etti aybüke. gruba yeni katılan onat'la uzun süredir devam eden mükemmel bir ilişkisi var. manken gibi çocuk onat, bakan dönüp bir daha bakıyor; o da keman ve piyano çalıyor. bu kadar işin arasında arkadaşlarına ve spor yapmaya da mutlaka vakit ayırıyor ya pes diyorum başka da bir şey demiyorum.
yine de aybüke'nin hayatındaki yerimi küçümseyemem. ben olmasam bir hiç! 1 hafta ilgilenmesem "kimse benimle ilgilenmiyor" diye mızmızlanır, 2 ay ilgilenmesem zircirlikuyu'da yeri hazır. birilerinin hayatına yön verebilmek, tarifi zor bir his bırakır insanda, onu farklı kılar kendince. sanırım popmundo'yu bu yüzden seviyorum ve sanırım yaratanı bizden farklı kılan bu özelliği...
"aybüke, annen seninle gurur duyuyor!"
Baştan yaratasım var kendimi. mümkün olsa tüm şımarıklığımı söküp atacağım 3 tutam kararlılık serpiştireceğim ruhumun her bir köşesine. o da işe yaramazsa balkondan aşağı atar, rahatlarım... ama, sanırım, ikimiz için de pek sağlıklı bir karar olmaz.
"Kendi üzerimde otorite kurmalı, adımlarımı sadece kendime göre atmalıyım artık" diyorum da bir türlü uygulamaya geçiremiyorum. aybüke'ye bu kadar yüklenmemin sebebi de kendi üzerimdeki bu hakimiyetsizliğim herhalde. kendim yapmaya cesaret ya da fırsat bulamadığım her şeyi ona yaptırıyorum.
aybüke 23 yaşında bir tıp öğrencisi, bir yandan barmaid olarak çalışıyor. bir de arkadaşlarıyla kurdukları, şehir şehir gezen bir grupları var. grupta uzun bir süre keman çaldıktan sonra baterist olarak devam etti aybüke. gruba yeni katılan onat'la uzun süredir devam eden mükemmel bir ilişkisi var. manken gibi çocuk onat, bakan dönüp bir daha bakıyor; o da keman ve piyano çalıyor. bu kadar işin arasında arkadaşlarına ve spor yapmaya da mutlaka vakit ayırıyor ya pes diyorum başka da bir şey demiyorum.
yine de aybüke'nin hayatındaki yerimi küçümseyemem. ben olmasam bir hiç! 1 hafta ilgilenmesem "kimse benimle ilgilenmiyor" diye mızmızlanır, 2 ay ilgilenmesem zircirlikuyu'da yeri hazır. birilerinin hayatına yön verebilmek, tarifi zor bir his bırakır insanda, onu farklı kılar kendince. sanırım popmundo'yu bu yüzden seviyorum ve sanırım yaratanı bizden farklı kılan bu özelliği...
"aybüke, annen seninle gurur duyuyor!"
çember
düşünce hızıma paralel olarak hamağın hızını artırmış olmalıyım ki baş dönmesi ve mide bulantısıyla kendime geldim. kimbilir hangi alemleri ziyaretteydim.
yazın yarısından fazlası tatilden uzak, yorucu bir şekilde geçmişti bile. gerçekleştirebilme ihtimalimi hesaplayamadığım planlar silsilesi vesaire. "blog yazmalıyım" dedim bir anda kendi kendime. "her şey hakkında olmalı" dedim sonra, "dahil olduğum ya da olmadığım her şey, kendim için sadece". dilime ve ne kadar sıklıkla yazacağıma ise karar vermedim henüz. karakterlerin ve olayların gerçekliği ise gün gelir tartışmaya açılır.
9 katlı bir binanın çatı katına yerleşmişti ablam. şehri ayaklar altına seren sevimli bir terasa sahip. duvarlarında çiçek desenleri, bir önceki kiracı kız çizmiş; fazlasıyla sevdim burayı. karşımda dağlar ve baraj manzarası, gökyüzünde yıldızlar daha bir keyifli kılıyor gecelerimi. ilham perisi yakamı bırakmıyor, şiir kitabım yakında sinemalarda. yıldızları sayarak hayal kurmayı öğrendim sanırım geceleri, sık sık dalıp da çıkamaz oldum.
evet, evet fazla düşünür oldum son zamanlarda. bilmem boş vakit bolluğundan, bilmem hayata bakışımın her geçen gün daha da değişmesinden. farkındalık güzel şey, hep söylerim. sabahlara kadar süren sohbetlerime konu çeşitliliği katıyor, suskunluğumu bozduğuma seviniyorum.
adı denizli olan bir şehrin denizi olmaması ne tuhaf, aynı adıma inat gamzelerimin olmayışı gibi. yine de traverten ve antik kentlerle dolu bu şehre yolunuz bir gün mutlaka düşsün derim ve ilk deneme sürüşüm burada sona ersin. blogcular çemberine katılmam şerefine de bugünün şarkısını yeni türkü'den çember olarak atıyorum hazır dilime de dolanmışken..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)